Yukarıda sözü geçen Dr. TLUD’un web sitesindeki kaynakların birinde, biochar’ın en az 55 farklı kullanım alanı olduğu belirtilmekte. 52 tanesini tek tek saymışlar, ama bu sayı illa ki artar öngörüsüyle düz hesapla 55 demişler. Gerçi, bir iki maddede sanki tekrara düşmüş ve birkaç madde eksik kalmış gibi geldi ama sorun yok, sonra daha ayrıntılı bakarız. Bizim biochar ile ilgilenmeye başlamamızın asıl nedeni ise bu 52 kulvar içinde, biochar’ın öncelikle kompost uygulamaları çerçevesinde organik tarımda gösterebileceği potansiyel yararlar ile ilişkili, ki nitekim Organik Tarım ve Kompost kitabında birincil olarak bu yönüyle ele alındı.
Ama derdimiz elbette gıdadan, sağlıktan veya ekonomiden ibaret değil; çevreye ve doğaya karşı sorumluluk hisseden her insan gibi ben de kompost veya biochar gibi faaliyetlerin ekolojik sonuçlarına da çok büyük önem atfediyorum. Bu noktada yersiz ve gereksiz bir kıyaslama yaparsak net bir ifade ile belirtmeliyim ki, biochar’ın asıl önemsediğim şu tarım-gıda-sağlık çerçevesindeki yararları, emin olun ki ekolojik yararlarının yanında devede kulak kalır. Zaten bu nedenle kitabın başlığında “iklim felaketine karşı” vurgusu ile biochar’ın ekolojik anlam ve önemi yer alıyor; ki bu da atmosferdeki sera gazı etkisi ile ilişkili.
Sera etkisi gösteren çeşitli etmenler arasında, özellikle sanayi devriminden bu yana, ilk başta sadece kömür ama sonraları kömür artı petrol ve doğal gaz kaynaklı enerji kullanımının sonucunda ortaya çıkan karbon gazlarının yüzyıllardır dur durak bilmeden atmosfere salınması ve çok büyük miktarlar halinde atmosferde birikmesi en büyük rolü oynuyor. Bunun sonucu ise son yıllarda ara haber bültenlerine değin girmiş olan küresel ısınma ve iklim değişikliği sorunumuz. Bunu hafife almak bence akıllara ziyan bir tutum olur; unutmayalım ki, vaktiyle dinazorların tarih sahnesinden silinmesi de, bir senaryoya göre, sülfür yataklarına düşen büyük bir meteorun yıkıcı etkisine bağlanıyor. Yani tek bir elementin atmosferde denge noktasından uzaklaşması bile, çok sayıda canlının yaşamını yok edebilecek bir etki yaratabiliyor.
Bugün kendi ellerimizle doğaya verdiğimiz bu korkunç zararı bir şekilde telafi etmenin, mümkünse geri çevirmenin ve hatta gidermenin bir yolu var mı diye kıvranıyoruz. Bunun arayışındayız. Bizi tehdit eden başlıca iklim sorunlarına bakarsak, öncelikle kutupların erimesi ve birçok bölgede çölleşme, derelerin ve göllerin kuruması, denizler de dahil olmak üzere gezegenimizin her yerinde ısınmanın etkisiyle birçok bitki ve hayvan türünün olumsuz etkilenmesi, doğal dengenin bozulması, birçok canlı türünün neslinin tükenerek biyoçeşitliliğin azalması ve nihayet alışılmadık ölçüde yıkıcı sonuçlar doğuran doğal afetler şeklinde ortaya çıkıyor. Günahımız çok büyük; öyle böyle değil; kendi habitatını yok eden ve nankörlüğün şahikasında bir nesil olarak, yatacak yerimiz yok! Duyarlı bilim adamları ve birtakım uluslararası kuruluşlar bu konuda olağanüstü toplantılar yapıyor ve alarm veriyorlar, siyasetçileri ve kamuoyunu uyarmaya çalışıyorlar, ancak birçok hükümet bu konuya hala ticaret ve ekonomi açısından, yani hak değil menfaat açısından yaklaşmaya devam ediyor.
Siyasetçilerin de, siyasetin iplerini elinde tutması gereken kamuoyunun da bu üzücü duyarsızlığının ve ilgisizliğinin ardında yatan husus, muhtemelen sorunun olumsuz etkilerinin nispeten yavaş yavaş yaklaşması olsa gerek; ama şarkıdaki “biz büyüdük ve kirlendi dünya” mısraı, herşeyin çok büyük bir hızla akmaya başladığı yüzyılımızda ekolojik süreçlerdeki bozulmanın aslında o kadar da yavaş olmadığını göstermiyor mu? Getirilen çözüm önerilerinin öngörülen yararlarının da nispeten yavaş ve zamana yayılan bir etki mekanizması içinde elde edilmesi, üstelik bunların hem uzun erimli hem de kamusal türden yararlar olması, ne bireysel menfaat odaklı günlük ekonomik faaliyetlerin ne de -vergi ödeyenler açısından- milli bütçenin öncelikli hedefleri arasında görülmemesi gibi etmenler, bu umursamazlığın olası nedenleri arasında sayılabilir. Ne zaman ki, büyük bir fırtına, aşırı yağış veya toprak kaymaları veya kuraklık türü mini iklim felaketleri yaşarız, işte ancak o zaman çevreye karşı sorumluluklarımızı hatırlarız, ama bir süre sonra gene unuturuz. Ne var ki, karbon salınımı kökenli küresel ısınmanın iklim üzerine olumsuz etkileri geçici değildir ve her geçen yıl katlanarak ve daha da hızlanarak “küresel felaket” boyutlarına yaklaşmaktadır. Siyasetin duyarsızlığı yüzünden yeterince oyalandık ve bence fazlasıyla zaman kaybettik. Küresel ölçekteki bu ekolojik sorunun vardığı noktada artık tüm ülkelerde kamunun ve kamusal iradenin her türlü menfaat ve maddiyat konularını elinin tersiyle iterek devreye girmesinin zamanıdır diye düşünüyorum.
Gene Amazonlara dair popüler bir örneğe göre, yıllar önce yapılan bir çevre toplantısında, çok da uzak olmayan bir zamanda küresel ısınma +4°C ’lik bir artış gösterdiğinde, bugün yemyeşil olan ve dünyanın akciğerleri şeklinde tanımlanan Amazon havzasının çölleşeceği öngörülmüştü ki, daha şimdiden +2°C’nin sınırına, yani kırmızı alarm noktasının yarısına yaklaşmış durumdayız. Belki biraz da bencilce bir yaklaşımla “iklim değişikliği” terimini yeğleyerek, sorunun daha ziyade meteorolojik tarafına ağırlık verdiğimiz ve giderek sıklaşan ve her geçen yıl daha da yıkıcı hale gelen doğal afetler bağlamında, bu küresel felaketin sadece insan yaşamı üzerindeki etkilerine odaklandığımız görülüyor. Ancak bu yıkımın etkileri sadece bazı tropikal bölgelerde değil gezegenimizin tamamında görülmekte ve tüm bitki ve hayvan türlerini etkilemekte, çünkü tüm canlıların habitatları değişime uğramakta. Daha önce Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de hiç görülmeyen türden ve tropik kasırgaları andıran çok şiddetli fırtınalara ve çok büyük orman yangınlarına son yıllarda gitgide daha sık tanık olmaya başladık. İklimin adeta çivisi çıkmış durumda. Görüyoruz ki sorun hem küresel hem de bir felaket boyutlarında.
Şimdi soru şu: bu devasa sorun karşısında biochar’ın bize nasıl bir yardımı olabilir?
Bunu yanıtlayabilmek için önce suçluyu net olarak tespit edelim: madencilik faaliyetleriyle “yeraltındaki” hidrokarbon kaynaklarını yerüstüne çıkarıp yakarak, yanma ürünü olan karbon gazlarının atmosfere salınması, açık seçik görülüyor ki baş suçlu; bu net! Bunu bir kenara yazalım. Bir de ikincil suçlular var: odun gibi, tarımsal atıklar gibi, çöp alanlarında biriken evsel atıklar gibi “yerüstündeki” organik maddelerin yakılarak, gene aynı şekilde atmosferdeki karbon gazlarına eklenmesi. Bunlara belki, çöp toplama alanlarındaki organik atıkların çürüyüp bozunumuyla ortaya çıkan ve çok ciddi ekolojik sonuçları olup, diğer sera gazlarına oranla otuz kez daha kötü olduğu öngörülen metan gibi sorunları da ekleyebiliriz; ancak biz yine de konuyu basit tutmak için “karbon ayak izi” de denen, karbon salınımı konusuna odaklanalım.
Görüyoruz ki, asıl elebaşı, yeraltından çıkarıp yakarak atmosfere saldığımız hidrokarbon enerji kaynakları. Peki atmosfere saldığımız bu karbonu nasıl yakalayıp geri alabiliriz?
Yanıt basit ve net: fotosentez yoluyla bitkiler bunu zaten yapıyor! Yani madenciler karbonu yeraltından çıkarıp yukarı salarken, bitkiler de karbonu havada yakalıyor ve tutup aşağıya çekiyor.
Görüyoruz ki hiç de umarsız bir durumda değiliz, süper kurtarıcılara veya yeni icatlara da ihtiyacımız yok, çünkü doğa bize çözümü zaten gösteriyor.
Sormamız gereken soru şu: fosil yakıtlar kullanarak havaya yılda toplam ne kadar karbon salıyoruz, ve buna karşılık, gezegenimizdeki tüm bitkiler yılda toplam ne kadar karbonu tutuyor; yani salınım ile tutulum arasındaki fark ne kadar? Yani, atmosferdeki toplam karbon miktarı yılda ne kadar artıyor? Bizler hangi önlemleri almalıyız ki, felaketin ayak sesleri bu kadar yaklaşmışken hala bir türlü ders almayışımız ve hala aymazlık, doymazlık ve vurdumduymazlığa devam etmemiz nedeniyle her yıl giderek daha da artan bu fark hiç değilse azalmaya başlasın, hatta mümkünse dursun; ve neyi ne ölçüde yapmalıyız ki, tutulan karbon miktarı salınan karbon miktarını geçsin, yani iklim değişikliği tersine çevrilmeye başlayabilsin?
Bu hesapları yapmak bizim işimiz değil, bilim adamları zaten oturup hesap ediyorlar ve vardıkları sonuçları kamuoyu ile internette paylaşıyorlar. Doğal karbon döngüsü içinde bitki ve hayvan kaynaklı salınıma kıyasla insan kaynaklı karbon salınımı halen oransal olarak neredeyse onda bir kadar, yani çok daha az miktarda; ancak bu bile ciddi bir sorun yaratmaya yetiyor, çünkü zamanla birikim etkisi yaratıyor. Zira doğal döngü içinde bitkilerin atmosferden yakaladığı karbon ile doğal çürüme bozunma süreçleriyle yeniden salınan karbon, miktar olarak birbirine eşit ve çok hassas bir denge içinde. Sanayi devriminden itibaren medeniyetimizin dur durak dinlemeden habire atmosfere saldığı, her yıl sürekli artarak ve birike birike gelen ve bugün korkunç miktarlara ulaşan insan kaynaklı karbon ise her ne kadar oransal olarak halen küçümsenebilecek bir oranda olsa da, bu hassas dengeyi bozuyor ve dünyayı gitgide yaşanmaz hale getiriyor. Üstelik, bizler doğaya ve ormanlara zarar verdikçe karbon tutulumunun giderek azalacağını ve şimdilik onda bir civarında seyreden bu oranın gitgide artacağını gözardı etmeyelim. Aritmetik artışın zıvanadan çıkarak geometrik tempoda bir artış eğilimine girdiği noktada ise artık yapacak bir şey kalmaz ve o noktadan sonra artık kolay kolay geri dönüş de olmaz, verilen zararı telafi etme şansımız da kalmaz. İşte o noktada, küresel şeytan dediğimiz insanlık düşmanı elitler belki uzay gemilerine atlayıp yeni gezegenlere yelken açmayı düşünebilirlerse de sekiz milyar insanın gidecek başka bir dünyası yok.
Niyetim konuyu rakamlara boğmak değil elbette. Bu sayfalarda vurgulamak istediğim ve de topluma ve siyasete önerdiğim konu ise, bir an önce etik bir karar vermek ve şu hidrokarbon fosil yakıtlarının sebep olduğu ekolojik cinayeti en kısa zamanda durdurmak hedefini net olarak önümüze koymak. Fiiliyatta bunu ne zaman ve ne kadar başarabileceğimiz başka bir hikaye ama hiç değilse düşünsel düzlemde bu hedefi net biçimde belirlemeli ve önümüze koymalıyız. En doğru adım ve bence tek doğru adım ve eşref-i mahlukat sıfatı ile böbürlendiğimiz insanoğluna yakışan en güzel adım budur. Ama eğer bunu bugün hemen beceremiyorsak, yani karbon salınımını hemen durduramıyorsak, hiç değilse yavaşlatmamız, havaya salınan miktarı hızla ve de olabildiğince azaltmamız şart. Çok şükür ki seçeneksiz değiliz, bir sürü yenilenebilir enerji kaynağı var ve hepsi de ekonomik.
Özellikle aşırı miktarda fosil yakıt kullanan ABD, AB, Çin, Hindistan gibi büyük ekonomileri ikna yoluyla keskin bir dönüş yapmaya teşvik ederek enerji tercihlerini hemen değiştiremiyorsak, o halde elimizden geldiğince başka çözümler de aramalıyız ve karbon salınımının zararlı etkilerine karşıt bir etki yaratacak, yani daha büyük ölçülerde karbon tutulumu sağlayabilecek, etkili bir şeyler düşünmeliyiz. Bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde hemen akla gelen bir numaralı kurtarıcı adayımız biochar.
Bir süper kahraman adayı olarak gördüğümüz biochar, evet kömür, petrol ve doğalgaz üreten madenlerin ve kuyularının kapısına kilit vuramaz, hidrokarbon kaynaklı karbon gazlarının egzozlardan ve bacalardan atmosfere çıkmasına da engel olamaz ama, bu konuda çok ama çok etkili bir şey yapar: bitki ve hayvan kökenli organik maddelerin içeriğindeki karbonun bir kısmını karbon döngüsünün dışına alarak sabitlemesi ve toprağın altında alıkoyması sayesinde karbon negatif bir etki yapar. Aranan kan, tam da budur.
Biochar ve Payroliz başlıklı bölümde net olarak gördük ki, organik maddeleri bir avuç kül oluncaya kadar tamamen yakmak yerine payrolize edersek, hem yanan biyokütle içindeki karbonun karbon gazı halinde atmosfere salınmasının önüne geçiyoruz, hem de doğal karbon döngüsü içinde her halukarda atmosfere gidecek olan bu karbonun bir kısmını sabitleyerek biochar elde ediyor ve 52 farklı alanda kullanıyoruz. Bir taşla 52 kuş!
Biochar belki hidrokarbon madenciliğine bir çözüm getiremese de, onun yaptığının tam tersini yapar. Adamın biri hiç durmadan hendek kazarken bir başkasının da o hendeği habire doldurması misali. Örneğin madenciler petrolü veya kömürü yeraltından habire çıkarıp birilerine satar ve onlar da yakıp karbon gazları halinde atmosfere gönderirken, biochar uygulamaları ise atmosferdeki bu karbonu habire yakalar, biyokütleye dönüştürür ve sonra payrolize ederek odun kömürü haline getirir ve yeniden yeraltına koyar. Madenciliğin tam tersi bir süreç değil mi? Doğa dostu bu uygulamayı adeta “anti-madencilik” diye tanımlayabiliriz. Böylece karbon pozitif süreçlerin karşısına karbon negatif süreçeleri koyarak bir ölçüde dengelemiş, ekolojik felaketin büyümesini engellemiş veya hiç değilse kötü gidişi hafifletmiş oluruz.
Peki, şöyle diyebilir miyiz: her yıl üretilen/tüketilen kömür, petrol ve doğal gaza eşit miktarda biochar uygulaması yaparsak, hidrokarbon enerji kullanımının zararlı etkilerini sıfırlamış olur muyuz? Evet, elbette, hatta üretilen biochar’ı depolarda atıl tutarsak bile evet, sıfırlamış oluruz, ki bu bile bir şeydir; ama depoda tutmak gibi bir salaklığı yapmak yerine eğer toprağa uygulayarak tarımda ve ormancılıkta bitkileri desteklemek için kullanırsak bu çok daha akılcı olur ve bu durumda bitkilerin de yardımıyla, yani fotosentez yoluyla, daha da fazla karbon tutulumu elde edebilir, verimlilikte coşan bitkiler sayesinde artıya bile geçeriz.
Görüyoruz ki elimizde, küresel ısınmayı ve iklim değişikliği felaketlerini hiç değilse yavaşlatacak veya belki de durduracak, hatta uzun vadede geri çevirecek potansiyele sahip ve emin olun şu anda bu satırları yazarken bile insana heyecan veren harika bir seçenek var. Biochar’ın iklim açısından önemini ve anlamını, örneğin Balbay gibi bir kelime cambazı muhtemelen “sera etkisine biyoçare” gibisinden bir ifade ile vurgulardı, diye tahmin etmek zor değil. Bence yakışır. Başka hiçbir işe yaramasa bile, sadece bu nedenle bile, çevreci bir vicdanın biochar konusunu ciddiye alması, hem masaya yatırıp kuramsal olarak incelemesi hem de uygulamada ar-ge faaliyetlerinde test etmesi, bence kaçınılmaz bir görev gibi duruyor. Tarım ve çevre ile ilgilenmek gibi kutsal bir görev üstlenmiş olan resmi kurum ve kuruluşlara, ziraat fakülteleri başta olmak üzere üniversitelerin ilgili tüm ar-ge birimlerine, sivil kuruluşlara, hatta sosyal sorumluluk projesi meraklısı olan yatırımcı özel sektör kuruluşlarına duyurulur.
Peki, bitkilerin en doğal faaliyeti olan karbon tutulumu konusunda somut olarak biz neler yapabiliriz, bireyler olarak sorunun çözümüne nasıl katkıda bulunabiliriz? Enerji tasarrufu yapmak, elektrik düğmelerini kapatmak vs gibi egolara eza türünden, sade suya tirit misali bence iklim felaketinin dişinin kovuğuna sığmayacak ve de muhtemelen psikolojik karşı tepki bile doğurabilecek olan “çözüm” önerilerinin haricinde ne yapabiliriz?
Uzun vadeli ve köktenci çözüm net: karbon pozitif süreçlere karşı, fosil enerji kaynaklarına karşı net bir duruş göstereceğiz ve ek olarak bol bol ağaçlandırma yapacağız, yeşili artıracağız, tüm atıl topraklarda iklime ve toprağa uygun fidanlar dikeceğiz, ormancılık faaliyetlerini geliştireceğiz; ağaçsa ağaç, çalıysa çalı, veya yerine göre örtü bitkisi, mera bitkileri, bahçelerde balkonlarda saksı saksı çiçekler, veya her ne yapabiliyorsak, güneşin toprağa değdiği her yerde, ama her yerde, fotosentezle iştigal eden bitki kardeşlerimizi destekleyeceğiz ve onlar da tutabildikleri kadar çok miktarda karbon tutacaklar. Evet, bu büyük sorunun çözümü bu kadarcık. Bitkiler sayesinde sorun hızla çözülür, yeter ki bizler, vakit çok geç olmadan kusurlarımızı düzeltmeyi başarabilelim.
İyi de, diktiğimiz ağaçlar sorunu çözmeye yeter mi; veya ne kadar ağaç dikmemiz gerek, veya o kadar boş toprak var mı, gibi işin matematiğine dokunan sorular karşısında ise, görev bilim adamlarına düşüyor. Atmosferdeki veya denizlerdeki toplam karbon miktarı nedir ve her yıl ne kadar artıyor veya azalıyor, veya bir dönüm toprakta kaç ton karbon vardır, veya bir dönüm arazide diktiğimiz şu kadar ağaç yılda kaç ton karbon tutulumu yapabilir, gibi teknik ayrıntıları merak edenler bu tür yanıtları internette arayabilirler, ama konuya öncelikle etik ve ekoloji-politik açılardan yaklaştığımız bu satırlarda, bir permakültür mensubu olan A. Bates’in YeniZelanda’daki bir konferansında aktardığı ve böylesi veriler ışığında hesaplanan çarpıcı bir rakama atıf yapmakla yetineyim: sadece üniversite öğrencilerinin birkaç yıl boyunca ve sadece yaz tatillerinde ağaç dikmelerinin bile yeterince karbon negatif bir etki yaparak, küresel ısınmayı hissedilir ölçüde yavaşlatan bir sonuç doğurma potansiyeline sahip olduğunu, ilginç ve iddialı bir veri olarak not edelim. Karşımızdaki sorun her ne kadar büyük olsa da, güçlerimizi birleştirdiğimizde çok büyük başarılar elde edebileceğimizi görüyoruz.
Mevcut ormanlarda ise bol bol budama yaparak hem küresel ısınma yüzünden malesef coşan orman yangınlarının önüne geçmeye çalışacağız hem de budama artıklarının içeriğindeki karbonun, karbon döngüsü içinde yeniden atmosfere geri dönmemesi için asla yakmayacağız, yani “tamamen” yakmayacağız ama payrolize ederek odun kömürüne dönüştüreceğiz.
Tarım alanlarında ise tarım hasat artıklarını doğaya bırakmayacağız, çöpe de atmayacağız ve asla yakmayacağız, tarımsal atıkları öncelikle kompost yapacağız ve gene tarımda kullanacağız; uygun olanlarını ise payrolize ederek biochar elde edeceğiz.
Organik atıkları payrolize ederek elde ettiğimiz biochar’ı gerekli biyolojik işleme tabi tutarak toprağa uygulayacağız. Böylece döngünün sonunda yeniden atmosfere dönecek olan karbonu yeraltında sabitlemiş, fosil yakıtlar kullanarak göğe saldığımız karbon yerine, organik madde kökenli eşdeğer miktarda karbonu da yeraltına göndermiş olacağız.
Örneğin, dünyada olduğu gibi ülkemizde de ciddi bir sorun olan anız yakmaktan vazgeçeceğiz; slash&burn yerine slash&char yapmayı yeğleyeceğiz. Biliyoruz ki, anızı yakmak yerine toplayıp biochar yapmak ve ertesi yıl daha verimli ürün almak amacıyla toprağın verimini artırmakta kullanmak mümkün.
Bu sayılan somut adımlar yoluyla ekolojiye doğrudan etkisinin yanısıra, biochar’ın organik tarım faaliyetlerinde kullanımının da buna ilave dolaylı bir etki yarattığını, böylece ekoloji üzerinde daha da anlamlı sonuçlar doğurduğunu belirterek bu bölümü noktalayalım.
Görüyorsunuz, doğa her fırsatta bizi holistik yaklaşıma yönlendiriyor.
Paylaşın: